Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yazılı olarak soracak: “Türkiye sizin Kavala ile ilgili kararınıza uydu mu, yoksa uymayıp Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal mi etti?”
Hafta sonunu “Osman Kavala davası” ile geçirdik. O davada Çarşı’nın Gezi Direnişi sırasında hınzır buluşlarla renk ve keyif kattıkları etkinlikler suç sayıldığı için yine yargıç karşısına diktikleri elebaşı sayılan (AKP yargısının savcılarının bunu nasıl saptadığı belli değil, ama önemli de değil) “Çarşıcılar” da yargılanıyordu; keza Gezi Direnişi yönettikleri iddia edilen Taksim Dayanışmacılar da aynı “torba dava” zırvası yüzünden yine yargıç karşısına dikilmişlerdi.
Ancak bu torba davanın tek tutuklusu Osman Kavala duruşmaya damgasını vurdu. Kendisi duruşmaya katılmadığı halde ilgilerin odağına Osman Kavala oturdu. Yerli ve yabancı bir gazeteci ordusu, uluslararası gazetecilik örgütlerinin yöneticileri, Batı ülkelerinden çok sayıda başkonsolos duruşmayı izlemeye gelmişlerdi ve ilgileri Osman Kavala’da düğümlenmişti.
Ancak besbelli ki Osman Kavala’nın üstüne AKP Reisi ve onun yargısı da bir düğüm, hatta bir kördüğüm atmıştı. Uzun ve sıkıcı bir duruşmanın ardından bildik cümle önce duruşma savcısının ağzından, sonra da kararı okuyan Ağır Ceza Mahkemesi başkanının ağzından kulaklarımıza ulaştı: Tutukluluk halinin devamına…
Bir tahliye kararı duyacaklarını umut etmişler öfkeli bir şaşkınlıkla mırıldandı, böyle bir beklentisi olmayanlar aynı öfkeyi şaşkınlık olmaksızın dışa vurdu, kimileri ise (meselâ ben) okkalı bir şeyler söyledi ama buraya yazamam.
Çağlayan Adliyesi’nin önünden yavaş yavaş dağıldık.
Sanırım dünkü Pazar günü pek çok evde, pek çok yerde “Şimdi ne olacak” sorusuna cevap arandı.
30 Kasım’daki Avrupa Konseyi toplantısında “Türkiye’nin Konsey üyeliğinden çıkarılacağına kadar varan“ çocuksu yorumlar yapıldı ve bir o kadar çocuksu umutlar tazelendi.
Olacaklar belli.
30 Kasım’da Avrupa Konseyi toplanacak ve bildiklerini bilmiyormuş gibi yapıp bürokrasi çarkını harekete geçirecekler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yazılı olarak soracaklar:
“Türkiye sizin Kavala ile ilgili kararınıza uydu mu, yoksa uymayıp Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal mi etti?”
Bu soruya AİHM kendi iç bürokrasisine uyarak “Evet, Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlâl etti” cevabını verecek. Bu bürokratik işlemler en iyi ihtimalle iki, hatta üç ay sürecek.
AİHM’den bu cevabı alan Avrupa Konseyi yeniden toplanıp “Bu durumda Türkiye’ye uygulanması gereken yaptırımları” tartışacak ve bir karar verecek?
Peki bu karar ne olacak?
Hem Avrupa Konseyi’nin hem AİHM’in kuruluş ilkelerine bakarsanız cevap belli:
Konsey üyeliğinden ihraç. Bu karar sert bulunursa: Konseyi üyeliğinin dondurulması…
Peki bir üçüncü olasılık var mı?
Yok. Yani olmaması lâzım.
Bu Avrupa Konseyi için bir sınav. Bir demokratlık sınavı. Konseyin birkaç kez sınıfta kaldığı sınavlardan biri daha…
İyi, doyurucu bir cevap olmadı mı?
En iyisi ben size bir “anı” aktarayım.
1981 başlarıydı. 12 Eylül Cuntası ülkeyi kasıp kavuruyor, gencecik insanlar “Asmayalım da besleyelim mi” diye soran, sorabilen taş kafalı, taş yürekli ve taş vicdanlı generallerin kararıyla darağaçlarında can veriyorlar, girişi “Kutsal devlet” diye başlayacak bir anayasa için kollar sıvanmış, 12 Eylül faşizmini kalıcı kılacak yol ve yöntemler aranıyordu.
O günlerde Avrupa Konseyi, kuruluş ilkelerini açıkça çiğneyen Türkiye için bir karar vermek üzere Strasbourg’da toplandı.
Bir şekilde 12 Eylül Cuntasından paçayı kurtarabilmiş, kapağı Avrupa’ya atabilmiş siyasal göçmenler de olanca güçleriyle Strasbourg’a aktılar; Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu üyelerine Türkiye’de olup bitenleri ayrıntısıyla, belgesiyle anlatmak için neredeyse gece gündüz çabaladılar.
Aynı “karar ve kader toplantısı”na Türkiye de bir heyet yolladı. Aralarında Turan Güneş, Metin Toker gibi ünlü siyaset erbabı da vardı.
Metin Toker var gücüyle “Generallerin Türkiye’ye huzur getirdiğini, halkın çok memnun olduğunu, generaller olmasaydı Türkiye’nin bir içsavaşa sürükleneceğini” anlatıyor ve Konsey’in olumsuz bir karar vermemesini öneriyordu.
Turan Güneş ise Konsey üyesi ülkelerin temsilcilerine “Eğer Türkiye ihraç edilirse büsbütün başıboş kalacağını, oysa Avrupa Konseyi’nin baskısının önemli olduğunu” anlatıyordu.
Türkiye heyetinden bir düzenbaz aynı koridorlarda, kantinlerde, odalarda fır dönen Türkiyeli siyasal göçmenlerin güvenlik tehlikesi yarattığını ihbar etti. Bu ihbar nedense ve nasılsa ciddiye alındı. Siyasal göçmenlerden Avrupa Parlamentosu güvenlik görevlileri ve Fransız polisi tarafından binayı terk etmeleri “rica” edildi. Sert bir ricaydı. Aksi takdirde kaba kuvvet kullanılacağı açıkça belirtildi.
Konsey o toplantısında Türkiye’yi gözlemeye devam etme ve demokrasiye dönüşü hızlandırma çağrısı yapma kararı aldı. Faşist generaller rahat bir nefes aldılar ve yeni darağaçları kurmaya devam ettiler.
Sadece birkaç gün sonra, Avrupa Konseyi’nin o toplantısında ülkesini temsil etmiş Sosyal Demokrat Parti (SPD) üyesi bir Alman politikacı o dönemde başkent olan Bonn’da karşılaştığımızda nazikçe elimi sıktı ve aynı nezaketle devam etti:
- Sizlerin çok naif, adeta çocuk gibi olduğunuzu düşünüyorum Herr Engin. Avrupa’nın 70 milyonluk, genç ve tüketime aç bir ülkeyi, Türkiye gibi bir pazarı kaybetmeyi göze alacağını, Türkiye ile ilişkileri koparma kararı alabileceğini umuyorsunuz. Sahiden çocuksunuz siz…
O gün ben de çocuksu bir saflık içinde olduğumu düşündüm.
Bir daha da unutmadım.
Siz de unutmayın e mi?